31 Aralık 2011 Cumartesi

Zihnimin Karıncalı Ekranı..


Uçağın kapısı açıldığında nefesimi ortadan ikiye ayıran bir sıcak vurdu yüzüme ve işte bu doğduğum ve büyüdüğüm topraklarda bana tanıdık gelen ve anılarımı birden gözlerimin önüne seren ilk şeydi. Gideceğin yere yaklaştıkça içinde bir heyecan olur insanların ve bu heyecanın neden olduğunu asla anlamaz kimse. Aslında bildiğimiz topraklarda tanıdığımız insanlara doğru ilerlemekteyizdir ama bir türlü engel olamayız bu hisse. İşte bu hisse yol verdim aklımın çift şeritli yolunda.

Tatil kasabalarına yolcu taşıyan ve tahminimce 1990 model, kliması olmayan ve onun yerine en doğal serinliği elde etmek için Çukurova sıcağına inat bütün pencereleri açık olan bir otobüste ilerliyoruz. En arka koltuğa yerleştim nereye oturacağımı hiç düşünmeden. Garip ama küçük bir çocukken dahi otobüslerin hep en arka koltuklarını tercih ederdim yolculuk için ve karşıdan gelen bir şeyi en çok arka koltukta oturanlar izleyebilir diye düşündüğüm için bunu bu yaşımda dahi yapıyor olmam bir an komik geldi. Otobüsün içine dolan ılık rüzgar yanaklarımı bir sevgili edasıyla öperken uçsuz bucaksız Çukurova’yı izlemeye daldım güneşle ters yönlere doğru ilerlerken. Güneş kapanış şovunu yapıyordu kristalize ışık oyunları yaparken ufuklara doğru uzayan yeşil mısır ve pamuk tarlaları üzerinde. Eski anılara doğru 1990 model bir otobüsün yapabileceği hız ölçüsünde yaklaşıyordum. Güneş çoktan iyi akşamlar öpücüğünü vermişti bir anne sevgisiyle ve emindi tarlalardaki ekinleri yeterince ışığıyla doyurduğuna. Usulca ışıkları kapatıp gitti…

Ve sonunda evimdeyim! Sanırım alışmışım “hoş geldin oğlum, yolculuk nasıldı” diye soran tok sesli adamın yokluğuna. “Zaman” her zamanki gibi yapacağını yapmıştı bana da ve lokal anestezi altındaki kalbim alışmıştı o koca çınarın yokluğuna. Bunlar geçerken aklımdan birden bir sıcaklık hissettim ve anladım ki bu dünyanın en içten sarılışının bana verdiği huzurdu. Annemin kollarındaydım!!!…ve gözlerindeki yalnızlıkla benim gelişimden kaynaklanan sevinci nasıl harmanladığını gördüm. Bu harmanın kaçınılmaz ürünü tek bir göz yaşını hayat yoldaşını teslim ettiği o toprağa doğru sessizce bırakıverdi öpmekten usanmadığım yanaklarının üzerinden.

Ayın denizin üzerindeki dansını izleyerek yediğimiz akşam yemeğinin ardından kendimi karanlık sulara atıverdim. Gökyüzündeki yıldızlar lunaparkta oradan oraya koşuşturan çocuklar gibi parlıyorlardı. Vücudumu suyun akışına bırakıp onları izledim bir müddet ve suyun altını dinleyen kulaklarım, kumun ve deniz kabuklarının birbirleriyle olan sohbetlerini dinliyordu. Garip ama sanki mp3 çalarımda Glen Hansard dan “when your mind’s made up” dinleyerek yatağımda uyuyormuşum gibi geldi. Coğrafi bir hüküm gereği su sıcaktı ve kum soğuktu. Bunu fırsat bilen bütün kum yengeçleri ortaya çıkmıştı. Okul bahçesinde teneffüse çıkmış ilkokul öğrencileri gibi birbirleriyle kovalamaca oynuyorlardı. Akdeniz’in üzerimde bıraktığı tuz kokusunu ve tadını özlemiştim. İşte bu yüzden kurulanmadan evin yolunu tuttum karanlık ve ağaçlı yoldan.

Susarak ibadet edilen bir dinin müridi gibiydim evimde. Genellikle rüzgârın eksik olmadığı balkonumuzda denizi uzun uzun seyrederek eritiyordum zamanımı. “Minimum enerji kaybı, maksimum şeyi anlamaya çalışmak” bu evdeki kısa süreli konaklamamın basit formülüydü. Nedenleri sorgulamak, yanlışları bulmaya çalışmak ve kırıkları onarmak için bu kısa zamanda en iyi şey az konuşup çok düşünmekti. Çünkü nedenlerim vardı bunu yapmaya! Bir tarafımda hayatını bir irmeğe geçirip tavana asmış bir ağabey, bir tarafımda da söyleyemediği cümleleri içine atıp “keşkelerini” biriktiren bir anne vardı. Artık burada kimse güvenmiyordu bazı şeylerin gizemine ve donmuş cümleleri vardı kalplerinin en derin ve en soğuk köşelerinde sakladıkları. O cümleleri çıkartmak için bu kısa süreli ziyaretlerimin ne kadar aciz kaldığını anladım çünkü grizulara kurban edilmişti ihtiyaç duyduğum her ses, her kelime ve cümle! İskenderun Körfezi ışıl ışıl bu gece ama bir terslik var. Gecenin sarı ışıklarını değil de şarap kokan nefesleri içine çeken bir yosma gibi sahipsiz gibi hissediyorum ve bir kez daha alt yazılar geçiyor zihnimin karıncalı ekranından. Son dakika haberleri gibi keskin oluyor bu seferki!!! “Daha parmaklarından toprağa ve mermere düşen su damlaları kurumamışken Çukurova’nın asi çocuğu “sıcağa” rağmen, toparlanıp gitme vakti geldi”..

Boş sokaklarda usulca hava alanına doğru ilerledim…

29 Aralık 2011 Perşembe

Soil's Song




“Dream is so far” derken kaç masum güzel huyunu bir kenara attın güzel insan. Kaç kez uğruna yapmacık beğeni kelimeleri aldığın o güzelim yanlarını artık buruşturup, fırlatıp atmaya karar verdin? Kaç kez kendini müziğin akışına bırakıp “Katatonia” dilinde bir ağıtın sarhoşluğuna koyuverdin ruhunu?  Ben çok…

25 Aralık 2011 Pazar

Patrick Watson - The Great Escape



from the comments

******quoted
"The world has become an Industrial, marketable, profitable illusion of disembodied Souls that Work For Money that symbolizes Nothing. On my way home from work i walked upon a memory of my innocence and the purity i used to be, but im already fading and the Dreams i use to hold tight to are now far from me and I've lost the ability to Live with myself and Love. With no Imagination i can't even remember what my dreams were or do I???? Maybe I can Love again. I Quit my Job.Im going to find myself!"
*******unquoted

20 Aralık 2011 Salı

süslü robotlar


Aslında modernlik (insanlık) adı altında her birimiz bir köleye dönüşüyoruz. Birilerinin çıkarları için söz dinliyoruz, emirler alıyoruz. Onlar da başka birilerinden.Sinemaya gidiyoruz, kitap okuyoruz, çikolatalı pastayı çok seviyoruz, proje hazırlamaktan nefret ediyoruz, insanları eleştiriyoruz, yeni bir araba alıyoruz, tekilaya bayılıyoruz..liste uzayıp gidiyor ama sonuçta bunlar hayatın köşe süsleri gibi kalıyor öylece. Kodlanmış görev bilincimiz diğer insanların çarklarını döndürmek için sabahları kalkıp, traş olup, makyaj yapıp, süslendikten sonra süslü robotlara çeviriyor bizleri. Bir müddet sonra tıpkı Pink Floyd’un efsane parçasının klibindeki gibi uygun adım yürüyen çekiç kafalara dönüşüyoruz. Aslında hedef olarak önümüze koyulan ve bizim tavşanın peşinden koşan tazılar gibi dilimiz bir karış dışarda takip ettiğimiz şey bizden giderek uzaklaşan insanlığımız! İnsanlığımızı kaybederken basit duyguların bağımlısı oluyoruz. Basit çünkü; uyuşturucular gibi küçüldükçe, azaldıkta etkileri daha çok oluyor bünyemizde. Tıpkı kapısından “bip” sesini duyarak çıktığımız yerden sonra duymak istediğimiz minicik “canım” kelimesi gibi.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Louis Ferdinand Celine


Arthur'un kendisine "aşk da var" demesine "Arthur, aşk dediğin şey sonsuzluğun kanişlerin ulaşabileceği bir düzeye çekilmesidir, benimse bir onurum var.." diye yazarak cevap verdiği "Gecenin Sonuna Yolculuk" (Voyage Au Bout de la Nuit) adlı kitabı için F. Nietzsche'nin söylediği şey:

"Kanla ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil, ezberlenmek ister"

4 Aralık 2011 Pazar

Uluslararası İlişkiler


Sınırlarımıza tampon bölge yapmak gibi bir niyetimiz var ama görüşmeler devam ediyor. Hani isteğimiz iç işlerinize karışmak değil yanlış anlamayın, sadece kendinize olan öfkenizi ve orantısız duygu kullanımınızı engellemek. Müttefiklerle oturduk geçen gün benim sarayda, play station oynarken bazı noktalara savunma amaçlı duygu füzeleri koysak mı acaba dedik ama muhalefetler çıktı birden en ateşlisinden. Askıya almadık ama insanlık için tehlikeli “becillik zenginleştirme” çalışmaları yapanlara ambargolar koyalım bari dedik biralarımızı yudumlarken. İlk adım facebook’tan sildik onları . Burası benciller kulübüdür, kriterleri tamamlayamazsan giremezsin, zaten bencil de değilsin dediklerinde; biz üçer üçer çoğalıp sonra kapınızı çalarız, pardon kırarız deyip çıktık geldik mekânımıza. Birkaç tane insansız hava aracı alalım bari, takılırız “hava atmak” için kendi aramızda dedik. Baktık ki piyasa baya bir şişmiş, ortamlarda “ortalama büyüme” hızımız bir uçmuş ki hafif kalmış bazıları yanımızda.