23 Eylül 2010 Perşembe

Balığın yanağındaki et gibi sende hayatımın en güzel köşesi ol istemiştim!

12 Eylül 2010 Pazar

Evet’in Acısıyla Yıkadılar Bu Şehri..

En basitinden en çetrefillisine ne kadar çok hayır dediysem ve ne kadar destek kuvvet aldıysam en alkollüsünden, şöyle bir önümden geçtiler. İzmir’e deli yağmur yağdı bu sabah en serininden ve dün gece yediğim cheese burger’ler tırmalarken midemi ben çoktan yola düşmüştüm kâğıdın esmer tarafıyla buluşmak için. Alkolün etkileşime girdiği nağmeler hala kulaklarımdayken bira kutularından yol yaptım evimden sandığa kadar. Keza öyle ağladı ki çatlak elleriyle geçmişin emektar siluetleri bu topraklar için, “evet” in keskin tarafına kurban gitmesin diye bu halk baştan aşağı yıkadılar şehri.

12.09.2010
IZMIR

10 Eylül 2010 Cuma

İzmir Hikayeleri: Burcu

Küçük bir patikan yola çıkıp her şeyin güzelliklerle sonlanacağını düşündüğünde ve bunun gerçekleşmediğini gördüğünde, kopartıp atmak o içindeki acıyı, nefreti, özlemi kolay değildir. Soğuk bir metal gibi keser etini. O anda kanın ısıtır açılan yaranı, teninin üzerinden akıp giden kanına izin verirsin çünkü aslında akıp giden anılarındır. İzin verirsin ta ki bütün hepsi hafızanda silinip yok olana kadar. Yaşamın en acımasız olduğu tarafta emekleri ayaklar altına alınırken, o yaşamın en umutlu ve güneşli tarafında durdu dimdik. Her yeni güne inatla doğan bir güneş gibi hiç durmadı o küçük patikada yürümeye. Masum bir utangaçlık alır yüzünü bazen ve bunu o minik ellerini dudaklarının üzerine götürüp güldüğü zaman birkaç saniyeliğine yakalayıverirsin. Yüzüne baktığında sakin bir deniz kasabasında usul usul sahilde yürüyen bir insanın durgunluğunu görürsün ama onu gerçekten tanıyorsan anlarsın nasıl bir fırtınadan çıkıp ıssız bir adanın sahillerine vurduğunu ve orda kendisine huzur dolu bir yaşam kurmaya çalıştığını.

zihnimin karıncalı ekranı

Uçağın kapısı açıldığında nefesimi ortadan ikiye ayıran bir sıcak vurdu yüzüme ve işte bu doğduğum ve büyüdüğüm topraklarda bana tanıdık gelen ve anılarımı birden gözlerimin önüne seren ilk şeydi. Gideceğin yere yaklaştıkça içinde bir heyecan olur insanların ve bu heyecanın neden olduğunu asla anlamaz kimse. Aslında bildiğimiz topraklarda tanıdığımız insanlara doğru ilerlemekteyizdir ama bir türlü engel olamayız bu hisse. İşte bu hisse yol verdim aklımın çift şeritli yolunda.

Tatil kasabalarına yolcu taşıyan ve tahminimce 1990 model, kliması olmayan ve onun yerine en doğal serinliği elde etmek için Çukurova sıcağına inat bütün pencereleri açık olan bir otobüste ilerliyoruz. En arka koltuğa yerleştim nereye oturacağımı hiç düşünmeden. Garip ama küçük bir çocukken dahi otobüslerin hep en arka koltuklarını tercih ederdim yolculuk için ve karşıdan gelen bir şeyi en çok arka koltukta oturanlar izleyebilir diye düşündüğüm için bunu bu yaşımda dahi yapıyor olmam bir an komik geldi. Otobüsün içine dolan ılık rüzgar yanaklarımı bir sevgili edasıyla öperken uçsuz bucaksız Çukurova’yı izlemeye daldım güneşle ters yönlere doğru ilerlerken. Güneş kapanış şovunu yapıyordu kristalize ışık oyunları yaparken ufuklara doğru uzayan yeşil mısır ve pamuk tarlaları üzerinde. Eski anılara doğru 1990 model bir otobüsün yapabileceği hız ölçüsünde yaklaşıyordum. Güneş çoktan iyi akşamlar öpücüğünü vermişti bir anne sevgisiyle ve emindi tarlalardaki ekinleri yeterince ışığıyla doyurduğuna. Usulca ışıkları kapatıp gitti…

Ve sonunda evimdeyim! Sanırım alışmışım “hoş geldin oğlum, yolculuk nasıldı” diye soran tok sesli adamın yokluğuna. “Zaman” her zamanki gibi yapacağını yapmıştı bana da ve lokal anestezi altındaki kalbim alışmıştı o koca çınarın yokluğuna. Bunlar geçerken aklımdan birden bir sıcaklık hissettim ve anladım ki bu dünyanın en içten sarılışının bana verdiği huzurdu. Annemin kollarındaydım!!!…ve gözlerindeki yalnızlıkla benim gelişimden kaynaklanan sevinci nasıl harmanladığını gördüm. Bu harmanın kaçınılmaz ürünü tek bir göz yaşını hayat yoldaşını teslim ettiği o toprağa doğru sessizce bırakıverdi öpmekten usanmadığım yanaklarının üzerinden.

Ayın denizin üzerindeki dansını izleyerek yediğimiz akşam yemeğinin ardından kendimi karanlık sulara atıverdim. Gökyüzündeki yıldızlar lunaparkta oradan oraya koşuşturan çocuklar gibi parlıyorlardı. Vücudumu suyun akışına bırakıp onları izledim bir müddet ve suyun altını dinleyen kulaklarım kumun ve deniz kabuklarının birbirleriyle olan sohbetlerini dinliyordu.Garip ama sanki mp3 çalarımda Glen Hansard dan “when your mind’s made up” dinleyerek yatağımda uyuyormuşum gibi geldi. Coğrafi bir hüküm gereği su sıcaktı ve kum soğuktu. Bunu fırsat bilen bütün kum yengeçleri ortaya çıkmıştı. Okul bahçesinde teneffüse çıkmış ilkokul öğrencileri gibi birbirleriyle kovalamaca oynuyorlardı. Akdeniz’in üzerimde bıraktığı tuz kokusunu ve tadını özlemiştim. İşte bu yüzden kurulanmadan evin yolunu tuttum karanlık ve ağaçlı yoldan.

Susarak ibadet edilen bir dinin müridi gibiydim evimde. Genellikle rüzgarın eksik olmadığı balkonumuzda denizi uzun uzun seyrederek eritiyordum zamanımı. “Minimum enerji kaybı, maksimum şeyi anlamaya çalışmak” bu evdeki kısa süreli konaklamamın basit formülüydü. Nedenleri sorgulamak, yanlışları bulmaya çalışmak ve kırıkları onarmak için bu kısa zamanda en iyi şey az konuşup çok düşünmekti. Çünkü nedenlerim vardı bunu yapmaya! Bir tarafımda hayatını bir irmeğe geçirip tavana asmış bir ağabey, bir tarafımda da söyleyemediği cümleleri içine atıp “keşkelerini” biriktiren bir anne vardı. Artık burada kimse güvenmiyordu bazı şeylerin gizemine ve donmuş cümleleri vardı kalplerinin en derin ve en soğuk köşelerinde sakladıkları. O cümleleri çıkartmak için bu kısa süreli ziyaretlerimin ne kadar aciz kaldığını anladım çünkü grizulara kurban edilmişti ihtiyaç duyduğum her ses, her kelime ve cümle! İskenderun Körfezi ışıl ışıl bu gece ama bir terslik var. Gecenin sarı ışıklarını değil de şarap kokan nefesleri içine çeken bir yosma gibi sahipsiz hissediyorum ve bir kez daha alt yazılar geçiyor zihnimin karıncalı ekranından. Son dakika haberleri gibi keskin oluyor bu seferki!!! “Daha parmaklarından toprağa ve mermere düşen su damlaları kurumamışken Çukurova’nın asi çocuğu “sıcağa” rağmen, toparlanıp gitme vakti geldi”..

Boş sokaklarda usulca hava alanına doğru ilerledim…

10.09.2010 / ADANA